10 Şubat 2016 Çarşamba

Ocak Sonu Filmleri / The Hateful Eight, The Revenant, The Big Short, Spotlight



Tören yaklaştıkça Oscar adayı filmler de vizyona girmeye başladı. Sinemia kartımın da gelmesiyle ben de bu sıralar daha sık sinemaya gitmeye başladım tabi ki :). Son on günde izlediğim filmlerden ise  çok memnun kaldım. Aşağıda hepsinden biraz bahsedeceğim, spoilersız :)

The Hateful Eight

Tarantino, Tarantino, Tarantino, film hakkında benim söyleyebileceğim daha fazla birşey yok.

450

Quentin Tarantino’nun sekizinci filmi
The 8th Film by Quentin Tarantino
The Hateful Eight
diye başlıyor, kim ne söyleyebilir bu zeki detayın üzerine :).

Karlar altında giden bir at arabasının büyüleyici sahnesi ile başlayıp bizi “Amerikan İç Savaşı’ndan altı ya da sekiz ya da on iki yıl sonra”sında bir hana hapsediyor. Tek mekân, dışarıda kar fırtınası, , sekiz (arabacı ile +1) kişi ve Tarantino’dan beklediğimiz o bombanın ne zaman patlayacağı beklentisi.

“No one comes up here without a damn good reason.”

Film 3 saat ama ilgiyi her dakika üzerinde tutuyor. İlk yarı tempo biraz düşük, izledikten sonra sakın “Aman gereksiz uzundu, o sahnelere gerek yoktu.” demeyin. Olacaklara hazırlandığımız bir yolculuktu ilk kısım.

Samuel L. Jackson harikaydı. Christopher Waltz’u göremediğim için ise büyük hayal kırıklığına uğradım. Öyle ki izlerken bir süre Tim Roth'u Christopher Waltz sandım, Oswaldo Mobray karakterini değil de Christopher Waltz’un oynadığı Oswaldo'yu oynuyor gibiydi. Bir rolün kopyası gibi. Waltz yerine benzerini görmek ayrıca, Tim Roth’u kopya bir rolde görmek de ayrıca hayal kırıklığına uğrattı beni açıkçası.



Filmden çıktıktan hemen sonraki hislerimi göz önüne alırsam diğer Tarantino filmlerini daha çok beğenmiştim aslında, özellikle Django Unchained’ı. Ama benim Tarantino filmleri ile ilgili şöyle bir sıkıntım var ki, bir süre sonra filmlerde ne olduğunu unutuyorum. Böylece bendeki etkisi de çok uzun sürmüyor. The Hateful Eight ise konu olarak çok daha net, kolay unutacağımı sanmıyorum, sırf bu yüzden bambaşka bir yeri olacak.

The Revenant



Uzun filmler maratonumuzun ikinci durağı ise The Revenant oldu. Uzunluğu benim için problem değil, 3 saat Leonardo DiCaprio’yu izlerim :). Ama DiCaprio’ya rağmen sıkıcı ya da dayanılmaz bir film olabilirdi ki değil.

453


O kadar harika görüntüler var ki, sırayla fotoğraflara bakıyoruz sanki. Sahnelerdeki göğe bakma anları -kocaman ağaçların gökyüzüne sonsuza gider gibi uzanması, aradan sızan güneş ışınları- Leonardo DiCaprio’nun nefesinin ekrana verdiği buğu bile unutulmayacak detaylardı.

Bir de filmin tamamen gerçek mekanda ve doğal ışıkta çekildiğini okuyunca daha da şaşırdım. Sadece kamp ateşi olan bir sahnede ekstra ışık kullanılmış. Hatta filmin çekilmesi bu nedenle dokuz ay sürmüş. Gün içinde çekim yapabilecekleri saatlerin kısıtlı olması nedeniyle film yetişmemiş ve karlar erimeye başlayınca da bir sonraki kış beklenmiş. Efekt kullanılmadan gerçekten karlar içinde çektikleri için de -30C derecede çalışmışlar. Hatta aslında vejeteryan olan Leonardo Di Caprio, bizon ciğeri yerine yapılan kekimsi şey güzel görünmediği için gerçekten çiğ ciğer yemiş. Yani çiğ et için bile efekt kullanılmamış :). Bunları öğrenince Iñárritu'nun acayipliğine ve DiCaprio'nun azmine bir kez daha şaşırdım :).

Hikâye olarak da ilgiyi sürekli ayakta tutan merak uyandıran bir film. Sonuçta karda gidip duran bir adam değil mi? Değil işte :). Ben her anında ne olacağını merak ettim ve hiç sıkılmadım. Hatta buna biraz şaşırdım da, çünkü o gün biraz yorgundum ve sıkılırım ya da uykum gelir diye düşünmüştüm.

Kendinizi üç  saatlik filme hazırlayın ama çok sıkılacağınızı da düşünmeyin. Dikkatiniz dağılacak diye evde izlemek isteyebilirsiniz, arada mola verip devam edebilmek de tercih edilebilir ama görsellikten ödün vermenize değmez bence. Kendinizi üç hatta reklamlarla üç buçuk saate hazırlayıp sinemada izleyin mutlaka :). Bir de filme gitmeden Revenant’ın anlamına bakmak önemli.

revenant: A person who has returned, especially supposedly from the dead

The word "revenant" is derived from the Latin word, reveniens, "returning" (see also the related French verb "revenir", meaning "to come back").

uzun süre olmayıp geri gelen, ölümden dönen

The Big Short



The Big Short’u izlemeden önce En İyi Film Adayları arasında olmasına şaşırmıştım. Film kıtlığı yüzünden adaylar arasına girdiğini düşünüyordum ama izledikten sonra fikrim değişti. Güzel bir film gerçekten, anlatım tarzı ile de çok farklı.

Mortgage krizinden faydalanıp yatırımları ile vurgun yapan üç farklı grup insan üzerinden sistemin saçmalığını anlatıyor. Tüm veriler ortadayken krizin gelişinin kimsenin umrunda olmaması, hatta nasıl çarpık bir düzen yüzünden sistemin çöktüğünü de görüyorsunuz. Filmde yatırımcıların sahneleri arasındaki geçişler, ekonomik terimlerin bizim gibi halktan insanlar için açıklanması çok akıllıca :). Ama tüm bunlara rağmen anlaması zor bir film. İzlemeden önce Inside Job ve  Michael Moore’un  Capitalism: A Love Story belgesellerini izlemelisiniz mutlaka. Ekonomik sistemi, krizin dinamiğini anlamak önemli. Böylece filmin asıl meselesi olan yatırımcıların aslında ne yaptığını da anlayabilirsiniz :). Öyle terimlerin havada uçuştuğu, akademik bir film değil ama yine de takip edebilmek açısından sisteme biraz aşina olmak gerekiyor.


Inside Job’tan sonra izler ve sıkıntı yaşadığınız konularda internete başvurursanız global olarak içinde bulunduğumuz  sisteme dair size çok şey katacaktır. Film bitince insan dâhil olduğu ekonomik düzenin adaletsizliği, pisliği ile ilgili düşünmeden edemiyor.

Birileri para kazanmak için halkın parasını batırıyor, evsiz ve işsiz kalan yine geliri düşük insanlar oluyor ve bunun sorumlusu sayılabilecek büyük şirketlere bu insanların verdiği vergilerden milyonlarca dolar hibe ediliyor. Çünkü ekonominin toparlanması, çarkın dönmeye devam etmesi gerek. Bunları düşünüp uyuyorsunuz ve sabah uyanıp işe gidiyorsunuz :).

Spotlight



Big Short’un tam tersine, izlemeden önce Spotlight’tan daha fazlasını bekliyordum. Beklentilerimi karşılamadı, hatta beğenmedim bile diyebilirim. İlgi çekiciydi, tanıdık ve iyi oyuncuları izlemek keyifliydi ama ‘film olması’ eksikti bence. Daha çok belgesellerde gösterilen, olayları anlatan canlandırma filmcikler gibiydi. Bir detay bekledim, özellikle sonuna doğru patlayacak farklı bir olay bekledim ama beklentilerim biraz boşa çıktı. Bu aslında gerçek hikayeye sadık kalındığı için olumlu bir detay olarak da kabul edilebilir ama beni tatmin etmedi.

Filmin gerçeğe dayanan konusu ise Pulitzer ödülü almış bir gazetecilik olayı. Boston’da yerel bir gazetenin, farklı papazların küçük çocuklara sürekli olarak tacizde bulunduğunu ve bu olaylar bilindiği halde kilise tarafından devamlı olarak örtbas edildiğini fark edip başlattığı araştırma ile ilgili. Heyecanlı bir film aslında, ortaya çıkan gerçekler insanı hayrete düşürüyor. Ama hikâyede film olmak açısından bir eksiklik vardı ve bu beni oldukça rahatsız ettiği için filmi sevemedim.

Yine de belgesel değeri taşıması nedeniyle izlemeye değer bir film.



Tüm bu filmleri bir arada düşündüğümde ise sinema sayesinde başka ülkelerin kültür ve önceliklerine ne kadar aşina olduğumuz  geliyor aklıma. Hani her savaş filmi izlendiğinde ortaya atılan “Bizim ne zaferlerimiz var.” klişesi vardır ya. Bizde sürekli birbirine benzeyen o savaşı, o yılları, o durumu anlatmaya odaklandığı için sıkıcı filmler çekilir hep. Sekiz adamın bir handa mahsur kalışını izlerken Amerikan İç Savaşını, bir grup yatırımcının ‘çakallıklarını’ izlerken Mortgage Krizini, gazetecilerin çabasını izlerken ise Katolik Kilisesi Skandalını görüyor, öğreniyoruz. Benim için okuduğum her haber ya da makaleden daha akılda kalıcı olduğu kesin :).



0 yorum:

Yorum Gönder