My Brodmann Area 10Dış dünya ile başa çıkmak istiyorsan, insanların yüzünü görmesine izin vermeyeceksin. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.

27 Mart 2017 Pazartesi

Filmler & Dizi - Şubat 2017

Lion



Dev Patel, Hindistan, gerçek olduğunu kabul etmekte zorlandığımız hayatlar. Filmin ilk yarısında hissettiğim net olarak buydu: gerçek olduğunu bildiğim halde kabullenemedim.

Hindistan’ın bir köyünde yaşayan 5 yaşındaki bir çocuk kayboluyor. Öyle sokakta oynarken bir yere takılmak değil gerçekten kayboluyor, ailesinin kim olduğunu bulamıyorlar, nerede yaşadığını anlayamıyorlar. Evlatlık veriliyor, genç bir adam oluyor ve evini bulmaya karar veriyor.

Filmin sonunda gerçek hikayedeki insanları görünce çok duygulandım, ve her yıl Hindistan’da ne kadar çok çocuğun kaybolduğu ile ilgili yazıyı görüp, filmin ilk yarısında Saroo’nun başından geçenleri hatırlayınca da donup kaldım. Etkileyici ve çok akılda kalıcı bir filmdi.

Manchester by the Sea



Fragmanını izlediğimde çok da haz etmemiştim ama izleyince filmi çok beğendim. Casey Affleck gerçekten harika oynuyor. Karakterin donukluğu, hissizliğinin altında yatanları fark ettikçe, Casey Affleck’e de hayran kaldım.

Ben hikâyede gizemin korunmasını, detayların kronolojik olmayan sırayla verilmesini çok seviyorum. Manchester by the Sea’yi de bu açıdan çok sevdim, karakterler için bir süre “Ne olmuş bu adama ya?” diye düşündürüyor, sonuçta da hiçbir açık nokta bırakmıyor.

Lego Batman Movie



Sevdim :). Çocukların anlayamayacağı Batman esprilerinin olmasını sevdim, AFOL’ları es geçmemeleri hoşuma gitti. Oyundaki gibi kenarda pıtır pıtır bir şeyler inşa etmelerini, Bruce Wayne’i, Batcave’i, Robin’i çok sevdim. Esprili, eğlenceliydi.


Moonlight


Bu filmin gay ve siyah kontenjanından bu kadar çok konuşulduğunu düşünüyorum. Evet sıkılmadım, bu kadar çok adaylığı olup ödül aldığı için izlemem gereken bir filmdi ama benim anlayıp kendimi yakın hissedeceğim ya da etkilendiğim hiçbir şey olmadı.

Their Finest


If Bağımsız Filmler Festivali’nde izledik, ben çok sevdim. İnternette vardır, mutlaka izleyin.

2. Dünya Savaşı sırasında Londra’da geçiyor film. Catrin, bakanlığın propoganda içerikli filmler hazırlamakla görevli ekibinde işe alınıyor. Kadınların yan karakter olarak görüldüğü bir dünyada, hem işte hem aşkta böyle olmadığını kanıtlayıp kendine yer ediniyor. İster dönem filmi olarak izleyin, isterseniz romantik bir aşk filmi, ya da “Girl Power” hikayesi, her açıdan tatmin eden bir senaryosu var.

John Wick 2


John Wick’i tahmin ettiğimden çok daha güzel bulmuştum, ikinci filmde ise tam tersi oldu. Unuttuğumu düşünerek ilk filmi tekrar izleyip ikinciye öyle gittim, belki bu beklentimi iyice arttırdı. Sevdiğim karakteri tekrar görmek güzeldi ama Boogie Man efsanesinin bu kadar zorlanmasından hoşlanmadım.

Split


M. Night Shayamalan’ı The Sixth Sense ve The Others çizgisinde daha çok seviyordum. Unbreakable’ı sevsem de konu tarzının değişmesinden hoşlanamadım bir türlü. Split’i de izlemeden önce Unbreakable’ı izleseniz iyi olur, hatta M. Night Shyamalan’ın diğer filminin de hepsini bir üçleme haline getireceği söyleniyor.
Hikâyeyi çok sevdim aslında, yıllar önce çoğul kişilik bozukluğu ile ilgili bir kitap okumuştum, filmdeki her detayı ilgiyle takip ettim ve çok gerçekçi buldum. James McAvoy çok iyiydi, karşımda Charles Xavier'in olduğunu fark etmedim bile.


Dizi

Bu ay sonunda Black Mirror'ı bitirebildim. Bir de Masum'u izledik, çok güzeldi.

Black Mirror

Üçüncü sezonu izlemeye başlayalı uzun süre oldu aslında ama her bölümün farklı bir hikaye olması nedeniyle başlayınca arka arkaya izleyip hemen bitirmek içimden gelmiyor. Ara ara izledim ve en sevdiğim sezon bu oldu. Christmas Special harikaydı, ilk iki sezonda da çok beğendiğim bölümler var ama sezonun bütünü olarak değerlendirecek olursam en iyi sezon bu. Zaten 6 bölüm olunca yeni bir dizi sezonuna başladığımı idrak edebildim. Üç bölüm olunca hemen bitiveriyor, film izlemiş gibi oluyorum.



Bu sezondaki bölümleri daha gerçekçi ve tedirgin edici buldum. Tedirgin ediciydi çünkü şu anki hayatlarımıza çok yakındı. Beşinci bölüm olan Men Against Fire, favorim. Başlangıçta biraz ağır ilerliyor, sıkılabilirsiniz ama ortalara doğru çözülünce öyle bir çözülüyor ki Vay be! diyorsunuz. Biraz sabredin :).



Masum


Masum, Blutv'de üyelik ile izleyebileceğiniz bir dizi. Senaryosu Berkun Oya'nın, yine onun yazdığı Bayrak isimli tiyatro oyunundan uyarlanmış. Kadro muhteşem, oyunculuklar harika, konu çok ilgi çekici. 
40-50 dakikalık sekiz bölümden oluşuyor, hem süre hem akış itibariyle Türk dizileri gibi değil. Her bölüm bir şeyleri merak ederek, "Aa bu böyle miymiş!" diyerek geçiyor.

Bundan sonra söyleyeceklerim dizinin sonu ile ilgili, izlemeyenler okumasın :).


Berkun Oya'nın Son dizisini de çok seviyordum, finalini apar topar bitirilmesine karşı bir tepki olarak düşünmüştüm. Masum'u izledikten sonra, Berkun Oya'nın final konusunda kötü olduğuna kanaat getirdim :). Dizi boyunca ilerleyen heyecanı sonunda da beklemek hakkımızdı bence, bir bölüm önce açığa çıkmış bir olayın Usual Suspects finali gibi sunulması sinirimi bozdu. 



Şubat detayları için buraya
Şubatta okuduklarım için buraya
Şubatta gittiğimiz tiyatrolar için buraya
Tıklayabilirsiniz


450 


Tiyatro - Şubat 2017


Şubat ayında izlediğimiz üç oyun da harikaydı. Hepsini ısrarla tavsiye ederim, sezon bitmeden mutlaka gidin.

Komik-i Şehir Naşit Bey


Naşit Bey –Naşit Özcan- , Tuluat tiyatrosu ustası, Adile Naşit ve Selim Naşit Özcan’ın babası. Sultan Abdülhamit’i güldüren adam olarak biliniyor, şehrin en komiği anlamına gelen Komik-i Şehir ünvanını almış.
Oyun da Naşit Bey’in tiyatro hayatını; çektiği zorluklar, modern tiyatro karşısında tuluata burun kıvırılması ekseninde anlatıyor. Oyun boyunca bir döneme tanıklık ediyoruz ama genel olarak iç burkan bir havası var.

Naşit Bey’i canlandıran Bora Seçkin harika oynuyor. Oyunda Naşit Bey’in gençliği ile olgunluk dönemi bir arada ilerliyor, gençliğini oynayan Can Tarakçı’ya ise hayran kaldım. Özellikle Naşit Bey tiyatrosundan kesitler de canlandırıyorlar ki, bu sahneler çok eğlenceli ve Can Tarakçı harika.


Naşit Bey’in hayatının yanı sıra oyunda iç burkan bir detay daha var. Naşit Bey’in torunu (Selim Naşit Özcan’ın oğlu), Naşit Özcan da oyunda yer alıyor, oynadığı rolü Atilla Özberk canlandırıyormuş. Vefat edince Naşit Özcan yerini almış.
Oyun boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile, bu yıl izlediğimiz en iyi oyunlar arasındaydı.


12. Gece


Yazarken fark ediyorum ki Şubat ayında harika oyunlar izlemişiz. 12. Gece’ye de bayıldık.
Oyun zaten çok eğlenceli, uyarlamayı, kurguyu, dekoru da çok sevdik. Emek harcandığı belli, görkemli bir sahne izliyorsunuz.

Oyuncular da harikaydı, birçok tanıdık yüze rastlayacaksınız. Herkes ayrı ayrı mükemmel olsa da bizim için oyunun yıldızı soytarı Feste’yi canlandıran Özge Özder’di. Siz de benim gibi oyun boyunca “Kim bu ya? Nereden tanıyorum?” diye düşünüp kahrolmayın, izlemeden önce Özge Özder ismini Googlelayın :).



Ay Işığında Şamata


Harikaydı :). Mutlaka izleyin, çok eğlenceli. Oyun çok güzel zaten, Haldun Taner’in 1977’de yazdığı ve aynı yıl İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynan bir oyun. Ayışığında Çalışkur isimli öyküsünü oyunlaştırarak yazmış, izledikten sonra kitabı da aldım hemen :).


Yönetmen Naşit Özcan; Arda Aydın da oynuyor. Arda Aydın’ı geçen yıl yanlışlıkla gittiğimiz Ölü Adam’ın Cep Telefonu’nda çok sevmiştik. Harbiye yerine yanlışlıkla Kadıköy’e gidince o oyunu izlemek zorunda kalmıştık, çıkınca hiç de üzülmedik, çok güzel bir oyundu. Zaten gidemediğimiz oyun olan İki Arada Bir Yerde hala sahnede, hatta Nisan ayı için bilet de aldık. Ama Ölü Adamın Cep Telefonu kalktı, iyi ki o gün denk gelmiş de izlemişiz.

Ölü Adamın Cep Telefonu’nu izlemediyseniz kaçırdınız ama Ay Işığında Şamata’yı kaçırmayın sakın. Çalışkur Apartmanı sakinlerinin sahte halleri ile ilgili, biraz Kapıcılar Kralı ve Çöpçüler Kralı havası var.


Şubat detayları için buraya
Şubatta okuduklarım için buraya
Şubatta izlediğim filmler için buraya
Tıklayabilirsiniz.

450

Kitaplar - Şubat 2017


Batman Year One



Yıllardır -17 yıl olmalı- bir yerinden Batman’e başlama sevdam var. En son lise yıllarımda ağbimin Edirne’deki çizgi romanlarına dadanmıştım, aradan fasiküller seçip okuyordum ama kopuk kopuk olunca çok sarmadı tabii ki.

Renkli Kitap’ın paylaşımlarını gördükçe bu işe düzgün bir el atmaya karar verdim. Ve başlayabileceğim ilk noktadan başladım: Batman Year One.

Rastlayacağınız hemen her Batman okuma listesinin birinci sırasında bu cilt var. Frank Miller’ın yazdığı ve David Mazzucchelli’nin çizdiği aslen aslen 1987 yılında yayınlanan 404 ve 407. sayıları oluşturan çizgi romanlar. Adından da anlaşılacağı üzere Batman’in ilk yıllarını anlatıyor :).


Aslında bilmediğimiz bir şeyden bahsetmiyor ama Bruce Wayne’in Batman olmasını ana konu olarak görmek, Dedektif Gordon’ın mesleğine olan tavrı ve ikisinin yollarının kesişmesi harikaydı. Frank Miller’ın film sahneleri gibi kurduğu karanlık atmosfere hayran kaldım. Bir yönetmenin ya da oyuncunun yorumu olmadan Batman’e dair saf hikâyeyi görüyorsunuz.

Bu ciltte bir de ekstra olarak Frank Miller’ın ön sözü ve David Mazzucchelli’nin taslak çalışmaları da var ki ben özellikle taslaklara bayıldım. Frank Miller’ın yazdığı detayların nasıl çizimde görselleştiğini adım adım görme fırsatı buldum.

Batman: Year One ile ilgili tek sıkıntım tadının damağımda kalması oldu. Filmlerdeki yoğunluğa öyle alışmışım ki  -uzun süreler olay üstüne olaylar-, bitince kendimi “Ee sonra?” derken buldum. Arayı fazla açmadan okuma listesine devam etmeliyim.

Peanuts 2000

Üç senedir kronolojik sırayla Peanuts’ın tüm karikatürlerini içeren ciltlerden almayı düşünüyorum, ama sürekli de erteliyorum. Yine bir gün Amazon’da o ciltlere bakarken son yılı topladıkları paperback bu kitabı gördüm. Daha samimi ve sevimli geldi gözüme, bitmeden hemen almak istedim.


Kitap yayınlanan son karikatürleri içeriyor, sonunda da Charles M. Shulz’un emekliliğini haber verdiği, “final strip” olarak geçen yazı var. Schulz kanser tedavisi nedeniyle 3 Ocak 2000’de yayınlanan karikatürün altında emekliliğini açıklayan bir not ekliyor. Ancak Peanuts toplama karikatürler ve Charles’ın ekstra çizdiği beş karikatürle yayınlanmaya devam ediyor. Ölümünden bir gün sonra 13 Şubat 2000’de bu yazısı aşağıdaki şekilde karikatür olarak yayınlanıyor, Peanuts 2000 kitabının son sayfasında da bu versiyonu var.



Peanuts 2000’ı okumak benim biraz içimi burktu, final stripi görmek yine de duygulandırıyor insanı. Onun haricinde baştan sona kitabı okurken Peanuts’ın fazla tanık olmadığım bir dönemine girdiğimi hissettim. Son karikatürlere çok denk gelmemişim, Linus ve Lucy’nin kardeşi Rerun’a pek rastlamamıştım mesela. Birçok karikatür onun üzerineydi ama Linus’un küçüklüğü gibi, çok tatlıydı, çok sevdim.


Peanuts sevenlere kesinlikle tavsiye edeceğim bir kitap, sadece veda karikatürü için bile kitaplığınıza eklemelisiniz.

Hıçkırık



Türk filmlerine bayılırım, dolaylı olarak Kerime Nadir’i de severim. Hıçkırık’a seneler önce göz atmıştım diye hatırlıyorum ama çok da emin değilim aslında :). Uzun zamandır Hıçkırık ve Son Hıçkırık’ı okuyup filmleri izlemek istiyordum sonunda büyük adımı attım. Şimdi arayı çok açmadan filmleri de izleyeceğim.
Filmden sonra Hıçkırık’tan farklı bir beklentim yoktu ama beklediğimden daha fazlasını buldum açıkçası. Ben daha basit bir kitap bekliyordum, ucuz aşk romanları serilerindeki gibi bir anlatımı vardır diye düşünmüştüm. Hiç de öyle değildi, gayet akıcı, düzgün ve rahatsız etmeden kolay okunan bir kitap.

Son Hıçkırık

Hıçkırık’ın devamı, Kerime Nadir ondan yıllar sonra yazmış. Önsözünde Hıçkırık’tan beri nelerin değiştiğinden bahsediyor, doğruluğu her dönem devam eden tespitler. Artık Kenan ve Nalan’ın aşkı gibi bir aşkın yaşanamayacağı, her şeyin çok daha maddeselleştiği, karşılık bekleyen ilişkilere dönüştüğü…

Son Hıçkırık’ı neden ve nasıl yazmaya başladığının sevimli bir hikâyesi ile başlıyor kitap. Sonrası ise bana hiç hitap etmedi. Çok zorlama buldum, Kenan ve Handan’ın hikâyesi mi devam edecek, yoksa Nalan geri mi dönecek diye merak ederek başladım, ama olaylar beni hiç tatmin etmedi.

Kitap filmden tamamen farklı, ama ben Nalan ve Handan’ın yerine Hülya Koçyiğit’i, Kenan’ın yerine de bazen Kartal Tibet bazen Ediz Hun’u koyup kafamda canlandırarak okumaya devam ettim. Hatta bazı sayfaları gerçekten filmde izlemiş de hatırlıyormuş gibi okudum :).

Şubat detayları için buraya
Şubatta izlediğim filmler için buraya
Şubatta gittiğimiz tiyatrolar için buraya
Tıklayabilirsiniz.


163, 169

Olan Biten - Şubat 2017



Mart bitmeden Şubat yazısını ekleyebilmek benim için büyük bir adım :). Neler olup bitti, neler okuyup izledim burada da dursun istiyorum.

Şubatta spora başladım, bu yüzden hafta içi günlerim fazla düzenli geçiyor. Akşam eve gelip boş boş vakit geçirmeyi, televizyona bakıp, kitap okuyup uyumayı özledim aslında. Neyse tiyatro sezonu kapanınca Perşembe akşamlarım boş kalacak, evle yazın hasret gideririm artık.


Spora başlamak ise yapmam gereken bir şeydi, ofiste bütün gün oturduğum için fiziksel olarak kendimi çok kötü hissetmeye başlamıştım. Henüz kilo ve sıkılaşma açısından istediğim noktada olmasam da, genel halimdeki iyileşmeyi fark edebiliyorum. Eskisi gibi her harekette nefes nefese kalmıyorum ve geceleri daha rahat uyuyorum.

Spor haricinde bir yenilik yoktu, sinemaya gittim, tiyatro izledik, kitap okudum, alışveriş yaptım. Bu ayki alışveriş listemin çoğunluğunu Amazon siparişleri oluşturuyordu. BookDepository’den ise Barnes&Noble’ın harika Pride and Prejudice baskısını ve Penguin Christmas Classics serisinden A Christmas Carol’ı aldım. 2017 Aralık’a kadar seriyi ancak tamamlayacağım sanırım :).

A Christmas Carol'ın fotoğrafını çekmemişim, aynı seriden The Nutcracker ile idare edin :).

Amazon alışverişlerim ise biraz garipti. Penguin Mr. Boddington baskılarını bulduğumu sanmıştım, Amazon.de’de Sense and Sensibility vardı, Amazon.fr’de ise Wuthering Heights. Teslim tarihleri net değildi ama yine de şansımı denemek istedim, onları alırken hazır kargo ücreti ödeyecekken başka kitaplar da ekleyeyim dedim ama büyük bir detayı atlamışım. Sipariş verirken “Gönderileri bölebilirsin.” tarzı bir seçenek var, onu seçmişim. Bu yüzden diğer kitapları ayrıca –kargo ücretini de alarak- gönderdiler- çünkü Mr. Boddington’lardan hala haber yok. Neyse zaten ben Mr. Boddington’ları alabilme ihtimalimi sevmiştim ama hiç öyle yanına kitap eklememe gerek yokmuş.



Her neyse sonuçta bu ay Amazon’dan aldığım kitaplardan Vintage Classics serisinden ilk üçlü, Mansfield Park, Sense and Sensibility ve Pride and Prejudice, Ted Chiang – Stories of Your Life and Others elime ulaşmış oldu. Bir de Funko Pop aldım, Belle.




Bu ay rutin IKEA turumu da es geçmedim. Özel bir yer olmasa da tek başıma bir şeyler yemek, ıvır zıvırlara bakmak ve Lego Shop'a uğramak iyi geliyor. Lego Shop IKEA'nın da yanında bulunduğu Istanbul Forum'da, Legoland Discovert Centre'ın hemen yanındaki mağazası. Lego satan diğer mağazalarda görmediğim küçük setler de oluyor burada. Yılbaşında Noel Baba ve çam ağaçlı bir kutu almıştım, bu sefer de "Sevgililer Günü Pikniği" seti olan 40236'yı aldım.



Bir Cumartesi akşamı Masum'u izlerken yaptım, harika bir setmiş. Detaylarına bayıldım.
Aşamalar için şuradaki Instagram Story fotoğraflarıma bakabilirsiniz.



Gelelim asıl konuya :)

Şubatta okuduklarım için buraya
Şubatta izlediğim filmler için buraya
Şubatta gittiğimiz tiyatrolar için buraya
Tıklayabilirsiniz.

22 Mart 2017 Çarşamba

İstanbul Kırmızısı - Filmde Neler Oldu?



En sevdiğim on hatta beş film arasına gönül rahatlığıyla ekledim.

Şu ana kadar izlemediyseniz, film ile ilgili çok farklı yorumlar duymuş olmalısınız; çok güzeldi, çok kötüydü, çok kopuktu, çok donuktu, anlaşılmazdı gibi. Ben filmi İstanbul figüründen apayrı olarak çok sevdim, senaryosunu sevdim, anlatımına bayıldım, her detayın ince ince işlenmesine ise hayran kaldım.

Aslında çok farklı bir hikâye beklentisine sokup, minicik bir detayla bambaşka bir yere gidiyor film. İlk düşüncelere takılıp o detayı kaçırırsanız, filmin devamı da çok anlamsızlaşıyor. Ve o minik detayı nasıl yorumlayacağınız da size kalmış, benimkilerden çok farklı düşüncelere sahip de olabilirsiniz.



Biz bu yüzden filmi iki kez izledik. İlk izlediğimde fragmanın da etkisinde kalarak, kafam soru işaretleri ile dolu, Deniz’in kaybolmasına odaklanıp izlemiş ve oldukça da gerilmiştim. İkinci izlediğimde taşlar iyice yerine oturdu, ki hala tam oturtamadığım birkaç detay olduğunu düşünüyorum. Aşağıda hayran kaldığım o ince detaylardan bahsedeceğim, kaçırdığım ya da atladığım noktalar varsa bana yazın lütfen. Çünkü İstanbul Kırmızısı da İstanbul gibi, ondan bahsettikçe anlaşılıp hayran kalınıyor.

Böyle filmlere bayılıyorum zaten, çıktığımda düşünmeye devam ettiğim, üzerine konuşulacak çok şey olanlar. İlk izlediğimizde filmden çıkınca bir süre susup düşündük, ve sonra da saatlerce hakkında konuştuk. Durup durup aklımıza bir şey geldi çünkü, birisinin yakaladığı bir detayı diğeri çözdü ve film o en sevdiğim film listesine “Acaba?”sı kalmadan girdi.

Ben bu kadar detayla uğraşamam ama merak ettim derseniz de sadece İstanbul’u görmek için gidin. Görmek de değil de aslında İstanbul’un seslerini dinlemek için. Açılış sahnesinden itibaren İstanbul’un kalbine inen yumruklar gibi bamlayan inşaat seslerini, ezan seslerini, sokak müzisyenlerini, Boğaz’ı, vapurları dinlemek için izleyin. Bu esnada gözlerinize dokunacak Halit Ergenç’in gözleri, Nejat İşler’in gülümsemesi, Mehmet Günsur’un yırtan bakışları ve Tuba Büyüküstün’ün donuk güzelliği de bonus olacak.


Filmin etkisi o kadar eşsiz ki, üzerinizden uzun süre gitmiyor. Sadece İstanbul ya da bahsettiği hayatlar değil ruhunuzda kalan, filmin bütünü. Filmin o etkileyici, büyülü, biraz da tekinsiz havası. Zaten sırf senaryosu itibariyle de bizim gibi kitap kurtlarını içine alacak yanları var.

Ben 13 Mayıs 1996’da ‘Hamam’ı çektim. Kısıtlı imkânlarla ama tutkuyla. Onu Türk filmi olarak saymıyorum. Çekerken hep dedim ki, “Arkadaşlar! Bu filmde anlattığımız İstanbul artık olmayacak!” Koskoca Amerikan arabalarının olduğu, mahalle kavramının öne çıktığı, insan ilişkilerinin çok sıcak olduğu bir İstanbul’du. Gerçekten de artık yok! Şimdi de diyorum ki, ‘İstanbul Kırmızısı’nda gördüğünüz İstanbul da bir süre sonra olmayacak!” O yüzden filmi çekerken, şehirde duyulan pek çok sesi kaydettik. Ambulans sesleri, polis sirenleri, martı sesleri, yürüyüş sesleri, Boğaz’ın sesi, tabii ki ezan sesi, kilise çanları...

---------------

Filmi ilk izlediğimizde uzun bir süre her şey Deniz’in Orhan’a yaptığı bir kurgu gibi geldi. Önce Deniz’in kaybolması ile çok gerildim, sonra The Game benzeri bir senaryo düşünmeye başladım. Deniz’in her şeyi Orhan için kurguladığı gibi –özellikle yalıdaki akşam yemeği sahnesinde bu düşüncem oldukça kuvvetlendi-. Ama Orhan’ın kafede yazmaya başladığı sahneyi görünce –yazdığı cümle ile-, Neval’e okuduğu Deniz’in mektubunu yazdığı sahne ile ve final ile bambaşka bir senaryo oturdu kafamda. Ve ikinci izleyişimde ilkindeki gerginlikten uzak, yüzümde gülümseme ile izledim.


Film Orhan’ın bir tekne ile 13 Mayıs 2016’da kırmızı yalıya gelmesi ile başlıyor. Orhan editör, Deniz’in yazdığı kitap üzerinde çalışmak için gelmiş. Yalıya ilk girdiğinde fotoğraflara bakarken çerçevede kendi yansıması yanında Deniz’in yansımasını görüyor ve hikâye buradan başlıyor.

Aslında yukarıda dediğim gibi bu detayları nasıl yorumlayacağınız size kalmış. Orhan’ın Deniz’in kitabını kafasında canlandırdığını, kitaptaki karakterlerle kafasının içinde tanışırken kendisini de bulduğunu düşünebilirsiniz. Aklınıza yatan bu da olsa yakın bir yerde buluşacağız.

Bize daha yakın gelen açıklama Deniz’in yazdığı kitabın aslında Orhan’ın kitabı olduğu. Orhan kafasında karakterleri oluşturmuş, kitabı da kurmuş. İstanbul’a gelip karakterleri ile tanışıyor, çalışmak için de yalıyı kiralıyor. Serra Yılmaz’ın oynadığı kâhya karakterinin kimi zaman hayal kimi zaman gerçek gibi görünmesi bu yüzden, gerçekte de yalıda ona refakat ediyor.

Ada’daki evin duvarında ölüm ve katliam haberlerini gördükleri zaman Neval açıklama yapmıştı; Deniz öncesinde tüm materyalleri toplamayı sever diye. Orhan da tüm materyalleri yalıdaki Deniz’in odasında duvarda toplamış, bilgisayarında da karakterlere ve kitaba dair dosyalar var. Ancak o odaya girebilmesi, kitabı yazmaya başlayabilmesi için hayatı ile ilgili çözmesi gereken konular vardı, bunları çözdükten sonra yazmaya başlayabildi. Zaten kafede yazmaya başladığında da, Deniz’in yalıda ilk karşılaştıklarında ona söylediği cümle ile başladı. (Geçmişe saplanan diye başlayan cümle.)

Filmin bir yerinde –sanırım Neval diyordu- yazarın yarattığı tüm karakterlere kendinden parçalar eklemesiyle ilgili bir diyalog vardı. Her karakter de Orhan’dan bir parça taşıyor. Tüm karakterler Orhan’ın geçmişi ile yüzleşmesine, kendini bulmasına ve İstanbul ile barışmasına yardımcı oluyor ve ortadan kayboluyor.


En büyük görev Deniz’in. Orhan’ı İstanbul’a getiriyor, onu kitabın karakterleri ile tanıştırıyor. Yalıda Orhan’a "Şimdi kitaptaki karakterlerle tek tek tanışacaksın, ama onlara bir şey sorma bana sor." dedi. Partiye gittiler, Orhan; Neval ve Oğuz ile tanıştı. Çorbacıda –Deniz sanki Orhan orada değilmiş gibi otururken- Orhan dedi ki: “Bütün filmlerini izledim. Güzeldi. Ama kitapta çok dağılmışsın.” Sonra dışarıdaki gürültüyü duydular: kağıtçı çocuk. "Kağıtlarım kağıtlarım. Hepsi uçtu. Ne kadar çok toplamıştım." Orhan’ın kafasındaki ilk taslak –Deniz’in kitabı- uçtu, çöp oldu. Oysa ki ne çok şey toplamıştı. Deniz, Neval ve Yusuf’un çocuklukları, yıllar boyunca yaşadıkları. Orhan yalıya döndü, şezlongda bütün gece düşündü, kitabının güçlü yanlarını düşündü. Yusuf’un ölümü, gasilhane, Yusuf’la ilgili her şey. Deniz, Orhan’a Yusuf’u gösterdi ve işi bitti, kayboldu.

Oğuz. Oğuz, Orhan’ın yaşlılığı, olgunluk tasviri, baba figürü. Deniz’in fikirlerine önem verdiği kişi. Güvensiz, alaycı ama bilge. Orhan’ın alkol problemi ile yüzleşmesini sağladı, o gece –kurguda da olsa- sarhoş oldu ama bir daha içmedi, eski günlerine geri dönmedi.


Deniz’in annesi Süreyya. Orhan’ın acısının ortağı. Anne figürü, biraz kendi annesinin biraz da eski eşinin olmasını istediği anne figürü. Oğlu Deniz doğduğundan beri acı çeken, geceleri uyumadan gelmesini bekleyen, ona bir şey olmaması için ayık, uyanık bekleyip gözeten anne. Yemek masasındaki sandalyesine kimseyi oturtmuyor, Yusuf’un annesi cenazede Deniz diye Orhan’a sarılınca acaba geldi mi diye gözleri arkada oğlunu arıyor. Orhan’ı oğlunun ölümü ile –ve köpeği Tomy’nin kaybolması ile- yüzleştirdi ve bunu gerçekten atlatmasını sağladı. Babası Deniz’i arabaya kilitlediğinde camı kırıp onu kurtarabileceğini söyledi. Orhan da kendi oğlunu kurtarabilirdi, ki yalıda kâbus gördüğünde –oğlunun ölümünü gördü- kalkıp salon kapısını açmaya çalışmış, açamayınca camı kırmıştı. Deniz’in annesi ve Orhan’ın ablası ile konuşmaları, Cumartesi Anneleri’ni duyması (Evladınızı 11 yıl görmemeye dayanabilir misiniz?) travmasını atlatmasını sağladı. Bağımlı olduğu günlerini atlatmıştı ama Yusuf’un dediği gibi o arabanın içinde kalmış bir zombi olmaktan kurtulması, tam olarak iyileşmesi İstanbul’da oldu.


Yusuf. Yusuf bağımlı olduğu kayıp dönemlerinin temsili. Bu yüzden çok güçlü, çok etkileyici bir karakter. Hayatının en derin dönemlerini temsil ediyor, sonu Yusuf gibi olmadığına göre Orhan bir şekilde o dönemden kurtulabilmiş ama bir zombi olarak yaşamaya devam etmiş. Neval’in eşine, aşkını itiraf ettiğinde Orhan, uzun süredir hiçbir şey hissetmediğini, Neval’i gördüğünde bunun değiştiğini söylemişti. Orhan’ın en son bir şey hissettiği dönem, Yusuf ile özdeşleştirdiği o dönem olmalı. Belki de bu yüzden diğer tüm karakterler kayboldu ama Yusuf öldü, Orhan o dönemi içinde öldürmüştü.


Neval. Sanırım filmin en sevdiğim yanı. Neval, İstanbul. Bu yüzden Tuba Büyüküstün ile ilgili yapılan donuk oynuyor, neden onu oynatmış gibi yorumlara kulak asmayın :). Neval tam da olması gerektiği gibi, mesafeli  ama flörtöz, güzel, büyülü ve donuk. Oğuz’un dediği gibi “İstanbul bir sürtüktür, kimseyi geri çevirmez!” Önce Deniz’in sevgilisi sanıyoruz, sonra Yusuf’a merhamet mi duyuyor yoksa âşık mı diye bir şüpheye kapılıyoruz, bu sırada Orhan ile flört ediyor ve aslında evli çıkıyor. Hiçbir zaman sahip olunamayacak, herkesin âşık olduğu ama hep bir başka ilk görenin olduğu İstanbul. Doğuda evleri yıkılıp gelen Kürtlere kısa süreliğine kucak açan İstanbul.

Orhan’ın Neval’e olan ilgisi de onun İstanbul ile olan bağı. İlk gördüğünde çok etkilendi, ulaşamayacağını anladığında (Olmayacak. Bil İstedim.) kocasına da olsa aşkını itiraf etti.

Hepsi birer aşamaydı. Neval’le birlikte bir şeyler hissetmeye başladığını itiraf etti, ablası ile yüzleşti, oğlunun ölümü ile yüzleşti, Süreyya ona Deniz’in odasının anahtarını verdi. Anahtarı verdi ve “Belki bize Deniz’i getirecek bir şeyler bulabilirsiniz.” dedi. Deniz’in odası Orhan’ın “Mind Palace”ı idi belki de, karakterlerle hikâye ile ilgili tüm detaylar o duvarda ve bilgisayardaydı. Bundan sonra ablasını görmeye gidebildi, kitabı yazmaya başladı. Ablası ona “Kal.” dedi, “Artık gitme.” Orhan bilgisayarda Deniz’in Yusuf’a aşkını itiraf ettiği mektubu yazdı ve Neval’e yani İstanbul’a olan aşkını itiraf etti. Deniz ile bir oldu. Ve kalmaya karar verip İstanbul’un kalbine indi.

Neval ile kafede otururken Orhan, babasının saatçi dükkânından bahsetti, yani ablasının dükkânından. Neval’in içeri girme teklifini reddetti, “Belki başka zaman.” Zamanı gelmemişti çünkü, henüz hazır değildi, hazır olduğunda gidip ablası ile görüştü. Ablası ile yüzleşince, çocuğu ile ilgili sorunları ile yüzleşince de kitabı yazmaya başladı.

Deniz’in ağbisi de Orhan’ın ablasından parçalar taşıyor. Deniz’in yokluğunda annesine bakmış, yanında kalmış.


Bence Orhan ve ablası haricinde tek gerçek karakter var; Serra Yılmaz. Deniz’in annesinin işi bitip yalıyı terk edeceği sırada, Serra Yılmaz “Araba hazır, bekliyor.” diyip kayboluyor, Süreyya Orhan ile vedalışıyor, Serra birden Orhan'ın karşısında beliriyor. Tam o anda gerçeğe dönülüyor sanki. Orhan’a “Siz kapıları kapatırsınız.” diyor.

Filmin başında, ilk sabah yalıdaki kahvaltıda sadece Orhan’ın arkasının dönük olması, akşam yemeği masası, herkesin Orhan’a bakışı, harika detaylardı.
Film sona yaklaşırken bu detaylar daha da fark edilir oluyor.

Yusuf her karşılaşmalarında Orhan’a karşı öfkeli. Tek sakin konuşmaları, Yusuf ölmeden önce vapurdaki konuşma. Yusuf, Deniz'in boğazı geçmeye korktuğunu, arkada kalıp onu beklediğini söylüyor. Filmin sonunda ise Orhan önce Tommy’nin su kabını koyuyor sonra da suya atlayıp boğazı geçmeye başlıyor. Yıllardır kaçtığı İstanbul'un kalbine inecek ve tamamlanacak. Film bittiğinde "ee yani?" diyordum az kalsın ama biraz düşününce bundan güzel son olur mu!

Kitabın sonu ise; kitap bitti mi bilmiyoruz. Belki Orhan Neval'e aşkını itiraf edince bitti, belki denize atlayıp yüzerken bitti, belki de gerçekten kitabı Oğuz bitirecek.



450

16 Mart 2017 Perşembe

Instagram Stories / 10. Hafta Mart / 2017

3 Mart Cuma


Caribou'nun kahvesi idare eder ama bardak, paketleme gibi detayları çok güzel.

4 Mart Cumartesi


Bazen bir şarkıyı aşererek uyanıyorum :). Styx - Boat on the River


Mısır Çarşısı. Eminönü'nü çok sevdiğimi söylemiştim değil mi?



Gülhane'nin girişindeki bina, burada çalışsam keşke. Ya da çalışmasam gidip sürekli burada vakit geçirsem o da olur :).






Bozcaada şaraplarını hala bitirmedim :).

5 Mart Pazar


Keçi patisi ve Stranger Things sezon finali.

6 Mart Pazartesi


Amazon'dan Funko Pop siparişlerim geldi. Amazon.de'deki bir satıcıdan almıştım.

7 Mart Salı




Mc Donald's oyuncaklarının içinden çıkan puzzle.


Ofis masam.


Aslında günümüz türkçesi baskısı ile orjinal metini karşılaştırmıştım ama ikinci video yüklenmemiş :).

8 Mart Çarşamba

Fuar organizasyonları.



9 Mart Perşembe


Atlas Sahaf'a gidip Sarman ile tanıştım sonunda :).




Aldıklarım





10 Mart Cuma


Mesnevi almaya çalışıyorum.



Ben bu seriyi alamadan satıştan kalktı. Dilek de sağ olsun bulmuştu, istediğim figürü bana alıp göndermiş.





852